renkli balıkların şımarıklığından geçip, küçük balıkların doğuştan şaşkınlığından, yosunların yılışıklığından; kurbağa yavrularının gayretine hayranlıkla ve su yılanlarının kaçısına minnettarlıkla, vardım suyun kuytu sığınağına. akıntının mahmurlaştığı yuvasına. yarı uykulu, dalgın bu tabakada rastladım suyun başlangıcından beri orada olan bir balığa.
dokunmadım hiç bu balığa.
dokunulamaz balıklara. çünkü tutabilmek için bir balığı, gövdesini sıkıştırmalı. gövdesi tutulan balıkların çabucak kesilir soluğu. körpe ve iyi niyetli olsa da, çırpınarak kovar balık, kendi için açılmış her avucu. balık, ancak bakarak bilenlerin, görmekle yetinenlerin dostu.
durduk balıkla yan yana.
ancak yan yana durulabilir bir balıkla. karşısına geçip telaşını durdurmaya çalışacağına... arkasına geçip kuyruğunun dalgasında hırpalanacağına.. üstünde altında dolaşıp balığı şaşırtacağına.. sadece yan yana durulabilir bir balıkla. böylece bakabilirsin balığın neye baktığına.
....
ben de baktım balığın baktıklarına.
durdurup zihnimin işleyişini iyice, çalıştım aklımı saydam kılmaya. söyleyecek sözüm kalmayacaktı az daha. biraz daha dursam böyle kalakacaktım balıksı bir zamanda. yumuşaktı doğrusu, akıl dönüşüyordu suya. kendini diyemeyecek kadar duraksız bir akışta.
derken bir kaplumbağa böldü duruşumuzu.
...
balık baktı bana. sonra kaplumbağaya. şaşarak bir aklın bu kadar etten olmasına ve bir gövdenin zamanın bütün yaralarını taşımasına.
balık unuttu anladığını, suyla birlikte aktı. daha biraz önce burada, bir şey anlamaktaydı. anlamın kendi gelmeden anladığından uzaklaştı.
yeterince sudan biri olamadığımdan belki, su için fazla dilli, kaplumbağa beni suyun ötesine doğru çekti. aklım yeniden ete döndü. nihayetinde ben insandım, balık olup akamadım. tastamam kendimden ibaret olamadım.
giderek hızlanarak ve suyun boğuk gürültüsüne kapılarak...